Bir halkı topraksız bırakıyorsunuz. Kök salacağı hiçbir yer, tutunacağı tek bir dal kalmıyor. Geride ne gölge kalıyor ne serinlik. Ne nefes alacak bir orman, ne de umut taşıyan bir dağ… Kâğıt üzerinde tüm bunların adı “güvenlik” oluyor. Gerçekte ise Şırnak’ta, Kürdistan coğrafyasının kalbinde sistematik ve organize bir ekolojik soykırım, yani ekokırım yürütülüyor.
Mesele sadece ağaç kesmek değil. Mesele, ormanı, ağacı, toprağı, canlıyı; tüm doğayı savaşın parçası hâline getirmek. Gabar’da, Cûdî’de, Besta’da yürütülen şey “orman sağlığı” değil. Bu, doğrudan sosyal dokuyu, tarihsel belleği, kırsal yaşamı ve toplumsal direnişi hedef alan bir askeri-ekolojik stratejidir.
Yasaklarla Talanı Meşrulaştırmak
Şırnak Valiliği, 1 Eylül’e kadar ormanlık alanlara giriş yasağı getirdi. Gerekçe mi? “Yangın riski.” Ama yangınla mücadele edilmiyor; aksine, o yasaklanan alanlarda ağaç kesimleri hız kesmeden sürüyor. Sivil halka yasak olan bu yerler, koruculara, enerji şirketlerine ve maden konsorsiyumlarına açık. Sözde güvenlik adına halka kapatılan bu alanlarda fiilen doğa kıyımı yapılıyor.
Bu ne perhiz, bu ne yalan dolma turşusu?
Birileri doğaya savaş açmış durumda. Doğal yaşam, güvenlik tehdidi gibi gösteriliyor; ormanlar askeri alanlara dönüştürülüyor. Bugün Şırnak’ta yapılan şey sadece çevre tahribatı değil. Bu, doğayı düşman ilan eden bir devlet aklının sahaya sürülmesidir.
Köylünün Ayağı Taşa Değmesin Diye Değil, Gerçeği Görmesin Diye Yasak
Valiliğin yasak kararı doğayı korumak için değil, yürütülen ekokırımı gizlemek için alındı. Çünkü köyünden zorla göç ettirilen köylülüler, yıllar sonra döndüğünde neyle karşılaşıyor?
Kesilmiş ağaçlar. Delik deşik edilmiş dağlar. Çoraklaştırılmış toprak. Yani bir tür “yeşilsizleştirme operasyonu”yla. Gördüklerini belgelesin istemiyorlar. Şahitlik ortadan kalksın diye yasak getiriyorlar. Bu yüzden Şırnak’ta yasaklanmış olan şey ne yangınlar ne gezintiler. Yasaklanan şey hakikatin kendisidir.
Direnen Halk, Direnen Doğa
Ama halk susmuyor. Barış Anneleri, kadın meclisleri, milletvekilleri, hukukçular ve ekoloji aktivistleri ayakta. “Gölgesinde oturacak bir ağaç bırakmadılar” diyor bir anne. Çünkü gölge, onlar için tehlikelidir. Gölge altında insanlar konuşur. Direnir. Hatırlar. Gölge dayanışmayı büyütür.
2 bini aşkın imza toplandı, sayı artacak. Çünkü bu sadece Şırnak’ın meselesi değil. Bu, Türkiye’nin doğaya karşı yürüttüğü savaş tarihinin güncel bir yüzüdür. Dersim’de barajlar, Munzur’da dinamitler, Hasankeyf’te beton… Ve şimdi Şırnak’ta, Gabar’da, bir “güvenlik” bahanesiyle ormanlar topyekûn imha ediliyor.
Hukukun Maskesi Düşüyor
Özgürlük için Hukukçular Derneği (ÖHD) bu kıyımı hukuka taşıdı. Mardin İdare Mahkemesi belge istedi. Ne çıktı? Kesimler, “güvenlik gerekçeli” talimatlarla yapılıyor. Ama kamuoyuna açıklanan şey ne? “Silvikültürel bakım.”
Bir yanda jandarma emri, öte yanda “orman sağlığı” yalanı. Hukukun nasıl araçsallaştırıldığını, devletin kendi yalanına bile sadık kalamadığını açıkça görüyoruz. Bu, sadece bir çevre suçu değil. Bu, bir halkın yaşam alanına yönelmiş organize bir saldırıdır. Bu suçun adı ekokırımdır.
Barış Cûdî’den Başlayacaksa…
Barış mı istiyorsunuz? Barış sürecinden mi söz ediyorsunuz?
O zaman önce motorlu testereleri durdurun. Çünkü Cûdî Dağı’nda kesilen bir ağaç, barış masasının altına konan dinamittir. Gabar’dan yükselen toz yalnızca ağaç külü değil; barışa atılan topraktır.
Bu halk barışı betonda değil, gölgede kurmak istiyor. Doğayla birlikte, birlikte yaşayarak. Bu yüzden herkesin yönünü Şırnak’a çevirmesi gerekiyor. Çünkü bugün sessiz kalınan her testere sesi, yarın kesilecek bir dal değil, yok olacak bir yaşamdır.
Şırnak yanıyor. Ve bu kez yangını doğa değil, sistem çıkarıyor. Direnen sadece halk değil; direnen dağdır, direnendir ormandır. Çünkü bu savaş yalnızca insanlar arasında değil. Bu savaş insan ile doğa arasında değil. Bu savaş, doğaya düşman olan bir zihniyet ile yaşamın ta kendisi arasındadır.