Göl, geceyi içine çekmişti. Suyun teninde ayın incecik parmakları geziniyor, her dokunuşta bir hatıra kıvılcımı beliriyordu. Rüzgâr susmuştu; yalnızca gecenin nabzı atıyordu yavaşça, derinlerden. Ve ben, çökmüş zamanın sessizliğinde, bir su lekesi gibi duruyordum kıyıda.
O gece, suya düşen her yakamozda biraz daha silinmiştin benden.
Bir zamanlar senin sesinle uyanırdı geceler. Ay, gölün yüzeyine değdiğinde, sanki adını fısıldardı her dalga. Şimdi ise ay, bir ölü gibi beyaz, bir tanrı gibi uzak. Yakamozlar, yitirilmiş dualar gibi, titreyip sönüyor. Işığın gülümsemesi yok artık bu suda. Sadece suretinin yankısı var ; kırık, bulanık, zamana sığınmış.
Seni ilk gördüğüm anı hatırlıyorum: göğün yere indiği bir alacakaranlıktı. Ay, saçlarında dinleniyor gibiydi. Parmakların suya değmişti, usulca. “Bak,” demiştin, “yakamoz, suda açan bir düş.” Ve ben, o düşe düştüm.
Göl, o günden beri bir sessizlik ezgisi çalıyor. Her dalga, sensizliği biraz daha derinleştiriyor. Her ışık, unutmaya direniyor.
Şimdi sen yoksun, ama göl hâlâ seni biliyor. Her gece ay yükseldiğinde, yakamozlar birer ağıt gibi çoğalıyor yüzeyde. Sanki göl, senin gidişini her gece yeniden yazıyor ışıkla. Ve ben, o yazının kenarlarında bekliyorum ; silinmiş bir cümle gibi, eksik, yarım, unutulmaya yakın.
Belki de yakamoz, sadece ışığın suyla dansı değil. Belki o, unutulmakta direnen bir kalbin son çırpınışıdır. Belki de, senin gözlerinle bana bakan gecenin ta kendisidir.
Ve ben…
Her gece göle bakıyorum.
Ay, yeniden suya düşsün diye.
Işık, beni sana getirsin diye.
Yakamoz, bir kere daha adını fısıldasın diye.
Ama nafile…
Çünkü bazı ışıklar sadece bir kez düşer suya.
Ve bazı kalpler, bir kez sönünce…
Yalnız yakamozlara yazar şiirlerini.