Bir zamanlar, rüzgârın bile pasaportsuz estiği bir ovada, dağların dumanı bir, türküsü aynıydı. Güneş doğudan yükselirken Qamışlo’nun başını okşar, batarken Nusaybin’in damlarını kızıllığa boyardı. Toprak, ortasından bir çizikle ikiye bölündü bir gün. Ama ne yerin altındaki kök, ne göğün üstündeki kuş bölünmeyi kabul etti.
Çizgi çekildiğinde sadece haritalar değişti. Dillerin tadı damağında kaldı insanların, ama gökyüzü susmadı. Yine yaz akşamları damlara yataklar serildi, çıplak ayaklar yıldızlara uzandı. Uykunun eşiğinde, ninemsi bir ezgi duyuldu gecede, belki Kamışlo’dan bir ninni, belki Nusaybin’den bir ağıt.
Telin iki yakasında da çay kaçak içildi. Tadı biraz cesaret, biraz memleketti. Her yudum, yasak olanın meşruiyetine bir dua gibiydi. Ocakta fokurdayan ince demliklerin sesi, bir halkın inadına yaşamaya devam edişiydi.

Teller paslandıkça, ellerde iz kaldı. Deq’ler. El üstlerinde yıldızlar, alın ortalarında güneş, çene altında nazar boncukları gibi motifler. Her biri bir hatıraydı. Suskun kalınan yılların, dilden düşen şarkıların, yasaklanan dillerin ten üstündeki yankısıydı. O dövmeler konuşurdu; ninelerin sesiyle, lohusanın duasıyla, dağdan dönen çobanın ağıtıyla. Zaman akarken silinir sandı, ama hafızada daha da yer etti.
Avlular hâlâ aynıydı. Mahlep (kennêr) çekirdeğinden yapılan tespih gibi dizilir evlerin önü. Kadınlar, yaşlı parmaklarıyla teşi çevirir, ip sarardı. İpin ucunda sadece yün değil, anılar da dolanırdı: bir gelinlik sevinci, bir düğün halayı, bir kayıp haberi… Her sarılan halka, geçmişin bir düğümünü çözerdi.
Çocuklar, ninenin boynundaki mahlep(kennêr) kokulu kolyeyi çekiştirirdi. İncecik çekirdekler, dizildikçe dua olurdu. Ne zaman kimin için edildiği unutulmuş dualar, ama dillerin ucunda hâlâ yaşayan. Bir kokuda çocukluk, bir tonda özlem vardı.
Telin öbür yanında oynayan çocukla bu yandaki aynı hayali kurar, aynı yıldıza dilek tutardı. Aradaki çizgi sadece topraktaydı.
Kimi zaman o çizginin gölgesinde halay çekilir, telin iki yanındaki sesler birleşirdi. Davul bir tarafta çalınır, zurna ötekinden duyulurdu. Ve o ezgi, yasakları aşar, bir halkın unutmayı reddeden belleğinde yankılanırdı.
Sınırlar telden ibaretti. Kültürse derin bir ırmak gibi, toprağın altından akar, her çatlağa sızardı. Her deq bir haritaydı ten üstünde, her mahlep (kennêr) kolyesi bir zaman tüneli.
Bu topraklarda ayrılık telden öğrenilmedi; sabırdan, bekleyişten, yasaktan öğrenildi. Ama bir şey unutulmadı: Aynı güneşte kavrulmuş yüzlerin, aynı rüzgârla savrulan saçların, aynı çaydan içilen yudumların kardeşliği.
Çünkü bazı hatıralar ne çizgi tanır, ne zaman.