Günün ağırlığı zihnime çökmüştü. Kalabalık bir şehrin ortasında, herkes bir yere yetişiyor, herkes bir şeyler yapıyor, herkes bir anlam arıyordu sanki. Oysa ben, kendi içimde bir labirentte dolanıp duruyordum. Her düşünce bir çıkmaz sokak, her sorgu biraz daha yoruyordu beni. Eleştirilerim acımasızdı; hedef aldığım dünya değil, kendimdi aslında. Daha iyisi olmalıydı. Daha fazlası… Daha etkileyicisi, daha başarılısı… Beynim, bir savaş meydanıydı.
O an, durdum. Nefes almak için değil, sadece durmak için. Adımlarımı bir kenara çektim. Ve orada, kaldırımın kenarında, iki sert taşın arasından başını uzatmış incecik bir çiçek gördüm. Sarıydı. Ne güneşin sıcaklığına erişebilecek kadar yüksek, ne de toprağın şefkatli kucağında yetişmişti. Ama oradaydı. İnce bedenine rağmen dimdik, kırılganlığında bile kararlıydı.
Birden içimde bir şey kıpırdadı. “Neden burada?” diye sordum kendime. Bu kadar sıkışık, bu kadar hoyrat bir yerde nasıl tutunmuştu hayata? Çiçeğin cevabı sessizlikti. Ama o sessizlikte bir ders gizliydi: Bazen yalnızca var olmak da yeterlidir. Bazen en iyisi değil, yalnızca bir umut olmaktır önemli olan.
Hayat, her zaman büyük başarılara çıkmaz belki. Her zaman yüksek notlar, alkışlar, baş tacı edilmez insan. Ama bazen, bir çiçek gibi, taşların arasından filizlenmek… İşte asıl mucize budur. Bazen yetersiz kalırız. Düşeriz. Ama sonra, içimizde filizlenen o küçücük umut, bizi yeniden doğrultur.
Eleştiriler beni ben yapan aynalardı. Ama aynalar da bazen kırılırdı. Kırılan her parça, kendime yönelttiğim keskin bir soruydu. Artık biliyordum: Kendimi acımasızca yargılamak yerine, o çiçeğin gösterdiği gibi, biraz daha şefkatle, biraz daha umutla bakmalıydım kendime. Çünkü bazen, ileriye giden yol; en iyi olmaktan değil, en çok inanan olmaktan geçerdi.
O gün öğrendim. İyilikle ve umutla yürümek, dünyanın gürültüsünü susturmasa da insanın içindeki fırtınayı dindirebilirdi. Ve her zaman değilse bile, bazen sadece yaşamak bile yeterliydi.