Toprak, unutmaz.
Üzerine basan ayağı da bilir, gövdesine saplanan baltayı da.Bir ağaç, susar ama unutmaz; bin yıl susar ama bir gün ansızın gövdesinden çığlık gibi bir is çıkar.
Yaz, bu yıl erken geldi. Sıcağın dili değişmişti; güneş, artık sadece ısıtmıyor, tehdit ediyordu. Gökyüzü sabırsızdı, rüzgar aceleci, sessizlik rahatsız ediciydi. Her şey susmuştu; sanki orman, yaklaşan felaketi fark etmişti de nefesini tutmuştu. Ve sonra o ilk duman yükseldi göğe. İnceydi önce, zararsız bir hatıra gibi.Sonra büyüdü. Sonra bir kentin haritası gibi yayıldı dalların üzerinde. Zeytinlikler ilk düşendi. Küller içinde eğildi yüzyıllık gövdeler. Ağaçlar yanarken insanlar çığlık çığlığa değil, sessizdi. Gözlerinde korkudan çok utanç vardı; çünkü bilirlerdi: Bu bir kaza değildi. Bu, bir unutkanlığın değil, bir iştahın eseriydi. Betonun susuzluğu ormanı çağırmıştı. Yanan her dal, yeni bir projeye temel atıyordu. Küller daha yere düşmeden parsel numaraları konuşuluyordu. Yangın söndürme uçakları gökyüzünde değil, bürokrasi dosyalarının arasında kaybolmuştu. Bir çocuk, elinde yanmış bir kaplumbağayla ağladı. Bir kadın, “evim gitti” dedi.
Bir adam, “kardeşim oradaydı” dedi.
Ama asıl yıkım, dili olmayanların çığlıklarındaydı. Kızıl bir sabahın ardından, ormanın yerinde simsiyah bir karanlık vardı. Sanki doğa değil, bir belleğin kendisi yanmıştı. Sanki bin yıllık bir hafıza tek bir kibritle silinmişti. Ve biz hâlâ insanlık oynuyorduk.
Her gün “geçmiş olsun” dedik. Her gün “doğayı koruyalım” yazdık klavyelere. Ama her sabah yeni bir beton mikseri uyandı o küllerin üzerinde.
Toprak, unutmaz.
Ağaçlar oksijenin simgesi değil artık, bir ağıtın gölgesidir. Her kesilen ağaç, insanlığın ömründen eksilen bir cümledir. Ama hâlâ bir şans var.
Bir çocuğun toprağa diktiği küçücük fidan,
bir annenin avuç içiyle koruduğu son zeytin çekirdeği, bir dedenin anlatmayı bırakmadığı yangın hikâyesi… Belki de doğa bizden değil, biz doğadan umut dilenmeliyiz artık.
Çünkü nefes alan her şeyin sahibi biz değiliz; sadece misafiriyiz.